Aşamadığımız Sözlükçü: Şemseddin Sami
>Osmanlı aydınının gayreti, çalışma azmi, verimliliği bir biçimde yolu onlarla kesişen hemen her okurun dikkatini çekmiştir. Aldıkları eğitim ve terbiye, bu terbiyeyle yoğrulan ve şekillenen bir “hayat üslûbu” onların şahıslarını dönemleri ve sonrası için adeta bir “numune-i imtisâl” haline getirmiş. Bu sınıfa girebilecek “örnek şahsiyet” hesaba gelmez; bu yazı onlardan sadece birine değinecek: Şemseddin Sami…
Genç Şemseddin
Kamus-ı Türkî’sini bugün hâlâ elimizin altından ayırmadığımız, tarih ve coğrafya sahasında yıllarını verip hazırladığı ve bizzat “mahzen-i kebir” yani büyük mahzen diye vasıflandırdığı “Kamusu’l-A‘lâm”ına başvurmaktan müstağni olamadığımız Şemseddin Sami Bey aslen bir Arnavut. 1850’de Yanya vilayetinin Ergiri sancağına bağlı Pırmeti kazasının Fraşiri köyünde doğdu. Ataları Berat’tan (Yanya’da sancak merkezi) gelip bu köye yerleşen tımar beylerindendi; anne tarafındansa soyu ta Fatih Sultan Mehmed ve İkinci Sultan Bayezid Han devri devlet ricalinden İmrahor İlyas Bey’e dayanıyordu. İlköğrenimini köyünde tamamladıktan sonra 11 yaşında hem anne hem de babasından mahrum kaldı Şemseddin. Ardından ağabeyi Abdül Fraşiri’nin yanında diğer 5 kardeşiyle birlikte Yanya’ya gitti. Ağabeylerinden Naim’le birlikte Zosimea Lisesi’ne girdi ve eğitimi sekiz yıl süren bu okulu yedi yılda tamamladı.
Memuriyetleri ya da Meşguliyetleri
Eğitimi yeni ve modern bir program çerçevesinde yürüten Zosimea Lisesi’nde Latince, Rumca, İtalyanca ve Fransızca öğrendi Şemseddin Sami. Henüz köyündeyken Arapça ve Farsça dersleri aldığını da hatırlatarak diyebiliriz ki, klasik anlamda Doğu ve Batı’nın üç büyük diline vukufu yanında o dönemde Memâlik-i Mahrûse’de önem ve değeri yükselen bir dil olan Fransızcayı da öğrenmiş olması şahsî donanımı açısından elbette büyük bir kazançtı.
Bahsettiğimiz Zosimea Lisesi’ni bitirdikten sonra bir müddet Yanya Mektubî Kalemi’nde çalıştı. Memuriyeti ve muhiti, içindeki çalışmak, öğrenmek ve öğretmek aşkını elbette tatmin edemezdi; doğru Osmanlı’nın başşehri, “saadetler evi” İstanbul’a koştu. 1872’de İstanbul’a ulaşan Şemseddin, kardeşi Naim’le beraber Matbuat Kalemi’ne girdi. Bu memuriyeti yanında sırasıyla Hadika, Sirâc, Muharrir gibi gazetelerde yazarlık ve zaman zaman başyazarlık yaptı. Dahası da vardı; bu yoğun faaliyetleri yanında Türk edebiyatının çağdaş anlamda ilk romanı kabul edilen “Taaşşuk-i Talat ve Fıtnat”ı yazdı; bir yandan da gerek telif, gerek tercüme oyunlar kaleme aldı.
Trablusgarp vilayetinden oranın adıyla çıkacak gazete için tecrübeli bir gazeteci istenince oraya gönderildi (1874). Türkçe-Arapça yayınlanan gazetenin bir yıl boyunca başyazarıydı. Bir yıl sonra yeniden İstanbul’a döndü. 1877’de Sava Paşa’nın Akdeniz Adaları Valiliği’ne tayiniyle beraber mühürdarı sıfatıyla o da Rodos’a gitti. Aynı yıl patlak veren, şevkle(!) atıldığımız ve Ayastefanos Antlaşması’yla son bulan Rus Harbi sırasında Rus orduları Balkanlar’a kadar sokulunca Yanya’da Abidin Paşa nezaretinde kurulan Sevkiyât-ı Askeriye Komisyonu’na kâtip olarak atandı. Bizim hem itibar, hem de büyük maddi kayba uğramamıza sebep olan bu harbin ardından İstanbul’a döndü.
“Biz Osmanlı’yla Güzeliz! ya da
Şemseddin Sami’nin Siyasî Görüşü
Rus Harbi’nden sonra toplanan Berlin Kongresi’ni müteakip Arnavutluk topraklarının bir kısmının Yunanlılara bırakılmasını öngören Ayastefanos Antlaşması hükümlerine karşı bir aksülamel mahiyetinde ortaya çıkan, liderliğine ağabeyi Abdül Bey’in soyunduğu Arnavutluk İttihadı grubuyla da yakından ilgilendi Şemseddin Sami. Osmanlı hâkimiyetinin bölge için bütünleştirici bir unsur olduğunun farkındaydı ve aynen Abdülhamid Han gibi o da Arnavutluk’un Osmanlı’dan ayrılmak suretiyle otonom bir bölge olmasına şiddetle karşı çıktı. Arnavutluk meselesinin siyasî yollarla halli için Sultan Abdülhamid Han’ın bilgisi dâhilinde teşekkül eden “Cemiyet-i İlmiye-i Arnavudiye”nin kurucuları arasında yer aldı. En son yazarlığını yaptığı Tercümân-ı Şark gazetesi 1878’de kapanınca gazetecilik hayatına son noktayı koydu. Artık daha çok kitap tercümesi ve yazımıyla meşgul olacaktı. 1880 yılında Sultan Abdülhamid Han tarafından Mabeyn-i Hümayûn’da kurulan Teftiş-i Askerî Komisyonu kâtipliğiyle saraya alındı. Hayatının sonuna dek sürdürdüğü bu memuriyet sayesinde eriştiği maddî anlamdaki güven hissi, sâkin ve uysal tabiatı, Osmanlı Müellifleri yazarı Bursalı Mehmed Tahir Bey tarafından “Osmanlılarca âsâr-ı muhallededendir.” diye anlatılan ansiklopedisini ve sözlüklerini hazırlamasına imkân verdi.
Küçük Dev Adam!
Vücudu pek çelimsiz ve orta yaşından sonra sağlığı hayli bozuk olan Şemseddin Sami, sözlükçülük sahasında adını önce Fransızcadan Türkçeye ve ardından Türkçeden Fransızcaya hazırladığı Kamus-ı Fransevî’leriyle duyurdu. Ortaya koyduğu eser padişah tarafından da takdire layık bulununca bir İftihar Madalyası’yla ödüllendirildi. Asıl şöhretini, daha doğrusu bugün bile kendisine duyduğumuz minnet hissini modern anlamda ilk ansiklopedimiz sayılan Kamusu’l-A‘lâm’ı yanında Kamus-ı Türkî’sine borçlu Şemseddin Sami Bey. Daha önce James W. Redhouse ve Ahmed Vefik Paşa’nın teşebbüs ettikleri Türkçe sözlük çalışmalarını daha ayrıntılı ve açıkçası her haliyle daha gönülden bir çabayla yürüttü ve iki yıllık yoğun tempo nihayet meyvesini verdi: Kamus-ı Türkî. Lügatin adında yer alan “Türkî” ibaresi bile o devir için yeni ve alışılmadık bir ifadeydi; zira o zamana dek Türkçe için Osmanlı Türkçesi ya da Lisan-i Osmanî tabiri kullanılıyor ve hazırlanan sözlüklerde bu ifade tercih ediliyordu. Bu geleneği niçin terk ettiğini uzun uzadıya anlattığı “İfade-i Merâm” bölümünde yazdığı şu bir iki satır yazarın tercihini izaha yeter sanıyoruz:
“Dilimiz lisân-ı Türkî’dir, bu lisana mahsus lügat kitabına dahi başka isim düşünmek abestir.”
Hem yazı hem de konuşma diline ait “yaşayan” kelimeleri topladığı lügati iki ciltten mürekkepti ve yaklaşık 29.000 kelime içeriyordu. Bu sözlüğü hazırlamaktan maksadı şu satırlarında ifadesini buluyordu:
“Lügat kitabı bir lisanın hazinesi hükmündedir. Lisan kelimelerden mürekkeptir ki, bu kelimeler dahi her lisanın kendine mahsus birtakım kavâidine (kaidelerine) tevfîkan (uygun olarak) tasrif ve terkip edilerek insanın ifade-i merâm etmesine yarar…”
Evet, dilimizin hazinesi sözlüktür ve sözlükte yer alan kelimeler kendimizi ifadeye yarar. Hem, çağdaş bir yazarımızın da dediği gibi “dil, anavatan”dır, yurttur dil. Onu korumak ancak kelimeleri zapturapt ile mümkün olur. Birtakım fasit (hatta laf aramızda “faşist”) ideolojiler uğruna yaşayan, hâlâ bizimle birlikte soluk alıp veren kelimelere hoyratça muamelenin ve onları birer vebalı gibi sözlüklerden kovmanın yalnız bir adı olabilir: Anavatana ihanet!
Telif ve tercüme 50’ye yakın eser vermiş olan bu küçük dev, aslında daha çok şey katabileceği Türk ilim hayatına ve bu fâni diyara henüz 54 yaşındayken veda etti (1904). Bugün hâlâ Latin alfabesine aktarılmamış eserleri var. Yakın zamanda en çok müracaat edilen Kamus-ı Türkî’si muhtelif nâşirler (TDK, Alfa, İdealkültür vs.) tarafından yayınlanmış olsa da mesela tam 9 yılını vererek telif ettiği Kamusu’l-‘Alâm hâlâ gayretli kalemlerden “transkribe” edilmek için himmet bekliyor.
Kaynaklar: Abdullah Uçman, “Şemseddin Sami”, DİA, C. XXXVIII, s. 519-523; Bursalı Mehmed Tahir, Şemseddin Sami Bey, Osmanlı Müellifleri, C. III, Müverrihîn-i Osmâniye Faslı, s. 78-79; Hikmet Feridun Es, Tanımadığımız Meşhurlar, s. 44-45; Şemseddin Sami, Kamûs-ı Türkî, “İfade-i Merâm” kısmı; Nevzat Tarakçı, “Ana dil Anavatan demektir”, Agâh Sırrı Levend, Şemseddin Sami, İstanbul 2010, s. 35-44, http://www.circassiancenter.com/cc-turkiye/yorum/nt/084_anadil.htm; http://yazarmezar.com/mezar-sayfa-54.html