19. Yüzyılın En Büyük Şarkiyatçısı: Sir James William Redhouse

>

Redhouse, James ve Elizabeth çiftinin çocuğu olarak 30 Aralık 1811’de Londra yakınlarında doğdu. Aslen Suffolk bölgesinden olan babası James’in en büyük çocuğuydu. Erken yaşta yetim kaldı ve henüz sekiz yaşındayken (1819) Christ’s Hospital’a yatılı olarak kaydedildi.

Yaramaz Dahi

Christ Hospital 1552 tarihinde Newgate, Londra’da kurulmuş bir proje okuluydu. Sahibiyse dönemin İngiliz Kralı VI. Edward, Londra Başpiskoposu Nicholas Ridley ve Londra Belediye Başkanı Richard Dobbs’tu. Asıl amaç Reformasyon hareketiyle birlikte manastırların dağılışının ardından fakir ve fukaranın sokaklara dolup taşmasını engellemekti. Bugün hâlâ aktif olan kuruluşun resmi sitelerindeki bilgiye bakılacak olursa söz konusu okulun gayesi, öğrencilerinin sahip oldukları maksimum potansiyelin farkına varmalarını sağlamak ve onları hayatı kucaklayan ve onun sunacağı bütün fırsatları değerlendirebilen bireyler olarak okuldan mezun etmek.

Yeniden Redhouse’a dönelim; 1826 yılına gelindiğinde okuldan birkaç defa uzaklaştırılan Redhouse hayatına başka bir yön vermek istedi. O yıl bir ticaret gemisine gizlice bindi ve soluğu Osmanlı mülkünde aldı. Malta, İzmir derken nihayet başkent İstanbul’a vardı. Geldiği bu yeni memleketin diline aşina değildi ve haliyle ilk temas ettiği kimseler muhtemelen İstanbul’daki diğer İngilizler ve Levantenlerdi. Tersane ve çevresi o dönemde mühendis yahut çarkçı vb. vasıflarla Fransa ve İngiltere’den ve sair Avrupa memleketlerinden gelen ve getirilen İngilizler ve diğer Avrupalılarla doluydu.

Matematik ve haritacılık bilgisi olduğu anlaşılan Redhouse, Mühendishâne’de haritacı ve/veya teknik malumatına binâen muallim olarak istihdâm edilmişti. Mühendishâne-i Bahrî-i Hümayûn’da ilk temas kurduğu şahıslar dönemin mühendishane hocaları ve Osmanlı Devleti’ne davetle gelen Avrupalı teknik elemanlar ve muallimlerdi. Yerli hocalarının başında Başhoca İshak Efendi geliyordu.

Başhoca İshak Efendi’nin Mühendishâne’de vazifesine devam ederken bir taraftan da o sıralarda henüz teşekkül eden Tercüme Odası’nda görev yapıyordu; esasen o da babası İslam’ı benimsemiş bir Yahudi’ydi. İshak Efendi Mühendishâne’de tanıdığı Redhouse’un ileride söz konusu odaya ve Hariciye Nezâreti’ne yerleşmesinde şüphesiz yardımcı olmuştu.

Yazık Olan Emekler…

Redhouse 1833’te Malta’ya ve ardından bir yıl sonra Londra’ya geçti. Asıl maksadını bilmek imkânımız maalesef yok; fakat 3 yılı bulan bu seyahati sırasında, yani henüz yirmili yaşlarının ilk devresinde başladığı sözlük (Türkçe-İngilizce-Fransızca) çalışmasını da bastırmaya niyetlenmişti. Üzerinde ne kadar çalıştı, ne derece mesai sarf etti bilemiyoruz; ama Bianchi’nin tam da o tarihe denk gelen Türkçe-Fransızca lügatinin piyasaya çıkmasıyla çalışması öylece kaldı.

Redhouse’a İngiltere’deyken Mühendishâne’den gerek tahsil için ve gerekse pratik anlamda işlerinde maharet kesp etmek için oraya gönderilen talebelerin “nâzırı” olması teklif edildi. Yine Londra’da bulunduğu sırada evlendi (1836). Eşi Jane Carruthers Liverpoollu bir beyefendinin, Thomas Slade’in kızıydı. Evlendikten iki yıl sonra yani 1838’de “Deraliyye’ye gitmek emeliyle” Malta’ya ulaştı ve oradan İstanbul’a geldi. İstanbul’a dönüşünü “…saltanat-ı seniyyeden hisse-yâb-ı maîşet olmak arzusunda olduğuma binâen” ifadeleriyle izah ediyordu.

Tercüme Odası Yılları ve Dostluklar

Redhouse 1838’de Tercüme Odası’nda işe başladığında muhtelif ve ilerde parlak ve yüksek mevkileri işgal edecek birtakım insanlarla birlikte oldu: Odadaki ilk yıllarında kendisiyle beraber Keçecizâde Fuad Efendi (sonradan paşa) ve yine istikbalin sadrazamı ve sözlükçüsü Ahmed Vefik Bey (sonradan paşa) vardı.

1839 yılında Koca Hüsrev Paşa’nın emrindeydi; paşayla o dönem uzun zamandır (1832-1841) Britanya elçisi olan Lord Ponsonby arasında mahrem vasıta olarak görev yaptı. Aslında bu görevi ilaveten verilmiş bir görevdi, zira Redhouse o dönemde, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Tercüme Odası’nda çalışıyor ve memuru olduğu devlet adına muhtelif sefaretlerle mahrem hususlarda iletişimi yürütüyordu.

Hüsrev Paşa’nın emrinde 6 ay kadar çalıştıktan sonra ve iki taraf da bu ortak mesaiden memnun görünüyorken (Ocak 1840) Kaptan-ı Derya Mehmed Said Paşa’nın Redhouse’u maiyetinde istihdamı gündeme gelmiş ve paşanın talebine irade çıkmıştı.

İki ay sonra bu defa Hâriciye Müsteşarıyla görüşen Serasker Mustafa Nuri Paşa bir tezkire vermiş ve hakkında bir soruşturma yapılarak Redhouse’un mümkünse Bâb-ı Seraskerî Tercüme Odası’nda istihdamını istemişti. Hariciye Müsteşarı da Redhouse’a dair,

“…mersûm Redhouse İngilterelü olarak mukaddema Dersaadet’e gelmiş ve Frenklerin bazıları hiçbir din ile mütedeyyin olmayarak her nereye varırlar ise ol mahallin usûlüne iktizâ edegeldiklerinden ve bu dahi bu takımdan olduğundan Dersaadet’te bulunduğu hengâmda ehl-i İslam sûretinde görünmüş ve ba‘dehû Rusya memâlikine ve oradan memleketi olan Londra’ya azimet etmiş olduğu…”

şeklinde bir rapor vermişti. Padişah da “Redhouse’un getirilmesi düşünülen memuriyetin oldukça ciddi ve mahremiyeti haiz” olduğunu söyleyerek bu odaya tayin edilecek kimselerin meslek ve meşrebine azami dikkat edilmesini istemişti.

Hareketli Yıllar

Yine o sıralarda Osmanlılarla Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa arasındaki tansiyon devam ediyordu. Ahmed Fevzi Paşa’nın Osmanlı donanmasını Mısır’a kaçırmasıyla gerginlik had safhaya çıktı; sanki düğümü bir harp çözecekti. Sultan Abdülmecid Avrupalıların da desteğiyle Mısır’a saldırdı (Eylül 1840); İngiliz donanmasından da istifade edilen bu çarpışmada Redhouse Türk ve İngiliz komuta kademesi arasında tercümanlık yaptı.

1843’de Redhouse İstanbul’dan yine ayrıldı; bu defa görevi Rusya ve İngiltere’nin aracı olduğu ve hudut meselesinin hallini öngören İran Musalahası’ydı. 1830’larda bir dizi sınır ihlali hadisesi Osmanlı ve İran’ı karşı karşıya getirmiş ve gerginliğe sebep olan mesele İngiltere ve Rusya’nın araya girmesi ve anlaşmaya vesile olmasıyla noktalanmıştı (1847).

Yine bu dönemde, 1851 yılının Temmuz’unda kurulan Encümen-i Dâniş azalığına getirildi. 40 dâhilî yani asli, 30 da haricî yani fahri üyesi olan kurulun amacı çeşitli “ilmî ve teknik eserlerin telif ve tercümesiyle Türkçenin geliştirilmesi yönünde çaba göstermekti.” Redhouse da birçok ecnebi emsalleri gibi bu kurula dışarıdan yardım edecekti.

Kurulun zaman içerisinde “ortak bir tarih kitabı yazmak projesi” vardı ve Redhouse da bu projede yer alıyordu. Söz konusu Türkçe tarih projesi 3 kısma ayrılmıştı ve Redhouse Hazret-i Musa’dan Efendimiz Hazret-i Muhammed’e dek olan ikinci kısmın yazarları arasındaydı.

Temelli Dönüş…

Yoğun geçen 1852 yılının ardından Redhouse 1853 yılının ikinci yarısında Kırım Harbi patlak vermeden İstanbul’dan ayrıldı. Londra’ya dönen Redhouse’un bu ayrılışına sebep eşi gibi kendisini de etkileyen Erzurum yıllarıydı. Hem kendisinin hem de eşinin sağlığı iyiden iyiye bozulmuştu.

Redhouse buradan temelli ayrılmak niyetiyle gitmemişti. Amacı “istirahat” ve “iade-i sıhhat” ettikten sonra yeniden dönmekti. Fakat öyle olmadı ve Redhouse “Bâb-ı Âlî tercüme odasında tekrar memuriyetini icra eylemek emelinden vazgeçmeye mecbur” kaldı. Fakat aynı arizada belirttiği gibi efkâr ve niyetini “vüs‘-i âcizâne[si] mertebe Devlet-i Aliyye’nin menâfii hakkında sarf” etmiş ve daha da önemlisi bu uğurda yaptıkları, yazdıkları ve söyledikleriyle Osmanlıların “efkârına muâvenete” gayret etmişti. Özellikle Sultan İkinci Abdülhamid’in tahta çıkışını müteakip Avrupa kamuoyunda Türkler aleyhinde yürütülen kampanyalara karşı durmuş ve elbette lisan sahasında dur durak tanımayan çalışmalarıyla en büyük hizmeti kültürümüz için yapmıştı.

İngiltere’ye dönünce ve artık İstanbul’a, Tercüme Odası’ndaki eski memuriyetine dönmek ihtimali de kalmayınca Redhouse 1854’te İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nda boşalan “Doğu Dilleri Tercümanlığı” görevini üstlendi ve 1890 tarihine kadar da sürdürdü bu görevini. Bu memuriyetine ilaveten Royal Asiatic Society’de (Kraliyet Asya Cemiyeti) 1855-64 tarihleri arasında muhtelif görevler aldı.

1887’de ilk eşi Jane Carruthers’ı kaybetti; çok geçmeden (1888) Eliza Colquhoun’la evlendi. İleri yaşına rağmen evlenmiş olmasında belki de çocukluğunun ilk evresinde yaşadığı “kimsesizlik” sendromunun etkisi vardı. Ayrıca bu evliliği Redhouse’u eski bir ahbabı olan Patrick Colquhoun’la akraba yaptı. Serveti haylice fazla olan bu “akran” kayınpederi sayesinde ahir ömründe maddi sıkıntı yaşamadı. İlerleyen yaşına rağmen sabahın 4’ünden akşamüzeri 6’ya dek çalışan Redhouse, muhtemelen “bakım” sıkıntısı yaşamak istemiyordu ve bu kaygı son evlilik yoluyla giderilmiş oldu.

1884 yılında Cambridge Üniversitesi Redhouse’a fahri doktor unvanı verdi. 1885’te “Companion of the Order of Saint Michael and Saint George” ve 2 Haziran 1888’de “Knight’s Commander” nişanları verildi; böylece “sir” unvanı aldı.

Müslüman Oldu mu?

İngiltere’den 15 yaşında ayrılıp İstanbul’a, dili, dini ve kültürü kendisine meçhul ve yabancı bir memlekete gelen, henüz tam olarak bilemediğimiz bağlantılar ve yollarla burada kendine yeni bir hayat kuran ve tutunabilen adamı ilk bakışta takdir etmekten başka hiçbir şey gelmiyor elimizden. Yabancısı olduğu bu ortamda barınabildiğine, hatta zamanla imkânları kendine kâfi gelen meslekler tuttuğuna ve toplamda 23 yıl Osmanlı mülkü dâhilinde kalabildiğine göre şahsiyetinin belirgin bir zaafı yoktu ve Redhouse çevresiyle gayet uyumluydu.

James William Redhouse’un “din değiştirip” İslam olduğunu ve kaçtığı tüccar gemisi mürettebatı tarafından yakalanmamak için adını da değiştirdiğini söylüyordu Müşavir Paşa (Adolphus Slade). Fakat muhtemelen zihninde bir isim karmaşası yaşıyordu, zira aynı dönemde tersanede görevli başka bir İngiliz vardı ve etrafındakiler “İngiliz Mustafa” diye ona diyorlardı. Öte yandan Harold Bowen, Redhouse’un Türklük araştırmaları sahasında önemli bir şahsiyet olduğunu vurguladıktan sonra onun “ihtida” etmiş olabileceğini, bunu da Türkçe, Arapça ve Farsçayı öğrenmek için yapmış olabileceğini kaydediyordu.

Görülen o ki Findley’in de belirttiği gibi Redhouse şahsen herhangi bir Müslüman adı kullanmamış, sadece zaman zaman “el-İngilizî” lakabını eklemiştir isminin başına. Nitekim Sultan İkinci Mahmud Han devrinde, siyasî ve askerî anlamda yaşanan acı tecrübelerden sonra, yerli ya da esas tabiriyle “ehl-i İslâm” tercüman yetiştirmek amacıyla kurulan Tercüme Odası’na 1838’de atanan Redhouse gayr-ı Müslim memurlar sınıfında zikredilmişti.

Yukarıda da söylendi; Redhouse uyumlu, halim selim bir adamdı. Bu anlamda 1843 yılında İran Musalahası için Erzurum’da bulunan Türk-İngiliz-Rus-İran heyetine bir süreliğine eşlik eden Joseph Wolff ve ilerleyen yıllarda Londra’da birlikte oldukları Abdülhak Hamid Tarhan’ın şahadetleri önemli birer delil olabilir.

Wolff, Redhouse ve eşi için en az iki defa “… kendisi ve sevgili eşi benimle bir kardeş gibi alakadar oldular” diyerek Redhouse’un Osmanlı memleketinde (Erzurum) bir misyoner seyyah olan kendisine, sanki ev sahibiymişçesine ilgi ve alaka gösterdiğini işaret ediyordu. Abdülhak Hamid de “Hatırâlar”ında Londra Sefareti’nde muhtelif görevlerle vazifeliyken görüştüğü Redhouse’tan, “kıyafetçe adeta bir İstanbul efendisiydi” diye bahsediyor ve onu anlattığı satırlarda daha başka şunları söylüyordu:

“Ben Londra’da iken İstanbul’u özledikçe Sir James Redhouse’u görmeye gider[dim] … Sir James Redhouse simaca, kıyafetçe adeta bir İstanbul efendisi idi. Ve bir Eyüp Sultanlı imam gibi sohbet ederdi. Seksen yaşına ulaştığı halde Türk illerindeki mazisinden bahsederken gözlerine bir gençlik parıltısı gelir, beni de maziye ve on sekiz yirmi yaşlarına götürürdü.”

Redhouse’un sözlükçülüğe hâkimiyeti ve Türk dili için yaptığı hizmeti anlatarak devam ediyor Hamid:

“Türkçe ve İngilizcede mükemmel bir lügatçi ve bu ilimdeki vukufu her iki lisanın kaynaklarına kadar inmiş olan bu pîr-i cevval ü faal Türkçeden İngilizceye ve İngilizceden Türkçeye çevrilmiş iki büyük lügat telif etmiş ve muasır bulunduğu bizdeki sözlükçülere birer ibret ve gayret dersi vermiştir.”

Doğu ve Doğuluların Safında!

Doğu’yu şiir söylemek kabiliyetinden mahrum addeden, bütün bediî güzellikleri, belagat harikalarını ataları saydıkları Yunan’ın malı kabul eden Avrupa’ya “Yunanların dünyanın edebiyat muallimi” olmadığını, onlardan önce Sanskrit şiirinin var olduğunu hatırlattı.

“Son altı asırdır Avrupa’nın ruhunu daraltan ve onları rahatsız eden Türklerin, Osmanlı Türklerinin, Türkçe konuşan ve yazan Müslüman Osmanlıların son 50 yıldır (1830’lardan 1880’lere) eğitimde, hukukta, bahrî ve askerî bilimlerde ve sanayide büyük mesafeler” kat ettiklerini yazdı. Hiçbir kusurları olmamasına rağmen siyasî ikiyüzlülük, dinî taassup ve garazdan ötürü yanlış anlaşıldığını ve yanlış tefsir edildiğini haykırdığı bu topluluğun, “dün ve bugün, harp ve politikada olduğu kadar edebiyatta da muvaffak olduğunu” işaret etti.

Redhouse, Müslümanlara atılan iftiralardan biri olan “Onlar kadınların ruhu olduğuna inanmazlar!” yalanını çürüterek bunun “rezalet” olduğunu ifade ediyordu. Böyle mesnetsiz iddiaların iddia sahiplerinin bildikleri yanlışlar üzerine bina edildiğini söylüyor ve bu hataların dışarıda düşüncesizce dillendirilişinin “günah ve suç” olduğunu belirtiyordu.

Parçalanmış Sadakat…

Hulasa Redhouse, henüz 20 yaşına gelmeden Osmanlı Devleti’nin hizmetine girdi ve 1853 yılına dek, muhtelif fasılalarla çeyrek yüzyıla yakın bir süre devletin muhtelif nezaret ve birimlerinde görev yaptı. Gerek burada Tersane, Bâbıâlî/Bab-ı Seraskerî Tercüme Odası vs. gördüğü hizmetler, gerekse Londra’da bulunduğu yıllarda Osmanlı hükümeti adına oradaki sefaret aracılığıyla geçen hizmetleri sırasında görünürde herhangi bir kusuru, tabiri caizse ihaneti sabit olmadı. Fakat tevessül ettiği birtakım “bilgi sızdırmaları” da gözden ırak tutmak elbette saflık olur. Nitekim memuriyeti sayesinde şahit olduğu yahut işittiği pek çok ayrıntıyı özellikle Lord Ponsonby’nin sefareti sırasında mektup yazmak suretiyle onunla paylaştığı da inkâr edilemez bir gerçek.

Her şeye rağmen daha geç dönemde Avrupa kamuoyunda Osmanlı aleyhine çıkarılan çeşitli siyasî ve dinî cereyanlara karşı gerek şahsen ve gerek kalemiyle kampanya yürütmesi; İslam ve özellikle Osmanlı toplumunun “dışarı”da yanlış tanındığı ve tanıtıldığına inanması ve bu inanç gereği Osmanlı toplumunu ve hükümetini müdafaa sadedinde yazılar kaleme alması; İngiltere’nin sırf “yeni bir siyasî düzen” uğruna inkâr ettiği Osmanlı sultanının hilafet hakkını açıkça savunması; söz konusu makalesinde Bulgaristan kıtâlinin bir “ecnebi desâyisi” olduğunu, 1821 Yunan isyanının yine “ecnebi altınlarının câzibesine kapılan” Rumlarca çıkarıldığını açıkça yazması ve hasımlarına bir sille gibi savuruşu aleyhinde değil, aksine lehinde bir kanaat oluşmasına vesile oldu. Yani bugün kendisine bir “İslam” kimliği yakıştırılmasının ardında belki de bu gibi unsurlar gizli.

Kısacası Redhouse, hem mensubu olduğu İngiliz milletini ve onun menfaatlerini hayatının hemen her döneminde müdafaadan geri durmadı hem de 25 yıla yakın bir süre hizmet ettiği Osmanlılara sadakatini nispeten de olsa sürdürdü. Ecnebî tabirle söyleyecek olursak bu, “dispersion of loyalty” yani bir nevi sadakat parçalanmasıydı…